Arageçiş Açmazı
Sahte Ara FormlarBuraya kadar olan bölümlerde evrim teorisi için son derece önemli olan ara geçiş formlarına ait fosillerin bulunmadıklarından söz ettik. Ancak buna rağmen evrimci kitaplarda, dergilerde veya bazı ders kitaplarında adı geçen "ara geçiş formları" vardır. Hatta bunların birçoğu, örneğin Archæopteryx veya Lucy, evrim teorisinin sembolü haline gelmiştir. Bazen de gazete ve dergilerde, "kayıp halka bulundu" benzeri başlıklarla duyurulan haberler okursunuz. Bu haberlerde, bulunan bir fosilin, evrimcilerin yıllardır aradıkları ara geçiş formu olduğu iddia edilir. Öyle ise bu adı geçen ara geçiş formları nelerdir? Bu bölümde birçoğunu ele alacağımız bu sözde ara geçiş formları, gerçekte ara formlar değillerdir. Hepsi bir başka türle arasında ata-torun ilişkisi bulunmayan, özgün ve eksiksiz yapıda türlere ait canlıların fosilleridir. Ancak evrimciler taraflı yorumlarla, bazen sahtekarca yöntemler kullanarak bunları ara formlar olarak tanıtırlar. İlerleyen sayfalarda da görüleceği gibi, tüm bu sözde ara formlar evrimcilerin arasında da ihtilaf konusudur. Hatta gerçekleri kabullenmekten çekinmeyen bazı evrimciler bunların ara form olmadıklarını kabul ederek duyurmaktadırlar. Ara Geçiş AçmazıCœlacanth
Cœlacanth, yaklaşık 150 cm boyunda, iri yapılı, zırhı andıran ve bütün gövdesini kaplayan kalın pullara sahip bir balıktır. Kemiklibalıklar (Osteichthyes) sınıflamasına aittir ve fosillerine ilk olarak Devoniyen(408-360 milyon yıl arası) dönemine ait katmanlarda rastlanmaktadır. 1938 yılına kadar birçok evrimci zoolog bu canlının, gövdesindeki iki adet çiftli yüzgeçleri kullanarak deniz tabanında yürüdüğünü ve deniz-kara hayvanları arasında bir geçiş formu olduğunu varsayıyordu. Evrimciler bu iddialarına dayanak olarak ellerinde bulunan Cœlacanth fosillerinin yüzgeçlerindeki kemikli yapıları gösteriyorlardı. Ancak 1938 yılında yaşanan bir gelişme bu ara tür iddiasını tamamen çürüttü. Güney Afrika Cumhuriyeti açıklarında canlı bir Cœlacanth ele geçirildi! Üstelik en az 70 milyon yıl önce ortadan kalktığı düşünülen bu canlı türü üzerinde yapılan incelemeler Cœlacanthların 400 milyon yıldır hiçbir değişikliğe uğramadıklarını gösteriyordu. Focus dergisinin Nisan 2003 sayısında bu bulgunun meydana getirdiği şaşkınlık şu ifadelerle ortaya konmaktadır: Aslında canlı bir dinozor bulunmuş olsaydı, bu çok daha az şaşırtıcı olurdu. Çünkü fosiller Coelacanth'ın, dinozorların sahneye çıkmasından 150-200 milyon yıl önce var olduklarını gösteriyor. Birçok bilim insanının kara omurgalılarının atası olarak gösterdiği, en az 70 milyon yıl önce yok olduğu sanılan balık, canlı bulunmuştu! 111 Sonraki yıllarda hepsi canlı yaklaşık 200 tane Cœlacanth (Latimera chalumnae) ele geçirildi. Hiçbir değişime uğramayan balıkların 150 ila 600 metre arası derinlikte yaşadıkları ve mükemmel bir bedene sahip oldukları anlaşıldı. 1987 yılında Max Planck Enstitüsü'nden profesör Hans Fricke, Geo adındaki mini denizaltıyla, Afrika'nın doğusunda yer alan Komor Adaları çevresinde 200 metre kadar derinliğe inerek bu canlıları doğal ortamlarında gözlemledi. Gördü ki, kemikli yüzgeçler, tetrapodlarda (dört ayaklı kara canlılarında) yürüme görevi gören uzantılarla hiçbir işlevsel bağlantı göstermiyordu. Focus dergisinde bu araştırmanın sonuçları şöyle aktarılmaktadır: Esnek yüzgeçlerinin, dört ayaklı kara omurgalılarınınkine benzer bir işlevi yoktu. Bunlar, hayvanın baş aşağı ve geri geri de dahil olmak üzere, her yöne yüzmesini sağlıyordu.112 400 milyon yıllık dönemde hiçbir değişim izi göstermeyen bir canlı olan Cœlacanth evrimcileri çok zor durumda bırakmıştır. Üstelik Cœlacanthların hiçbir değişim yaşamadığı 400 milyon yıllık dönemdeki kıta hareketleri düşünüldüğünde evrimcilerin tamamen çaresiz kaldıkları görülür. Focus dergisinde bu konuda şunlar yazılmaktadır: Bilimsel verilere göre, günümüzden yaklaşık 250 milyon yıl önce, tüm kıtalar birleşikti. Pangea adı verilen bu büyük kara parçasını tek ve dev bir okyanus çevreliyordu. Yaklaşık 125 milyon yıl önce, kıtaların yer değiştirmesi sonucunda, Hint Okyanusu açıldı. Günümüzde, Cœlacanthların doğal ortamlarının önemli bir parçasını oluşturan Hint Okyanusu'ndaki volkanik mağaralar da kıta hareketlerinin etkisiyle ortaya çıktı. İşte tüm bu verilerin ışığında önemli bir gerçek daha karşımıza çıkıyor. Yaklaşık 400 milyondan beri var olan bu hayvanların, doğal ortamlarında meydana gelen bunca değişikliğe rağmen değişmediği gerçeği!113 Tam 400 milyonluk dönemde Cœlacanth'da hiçbir değişiklik yaşanmaması, canlılığın evrimle ortaya çıktığı ve canlılarda sürekli bir evrim olduğu teziyle açıkça çelişmektedir. Dahası Cœlacanth, evrim teorisinin hayali bir geçişle birbirine bağladığı deniz ve kara canlıları arasındaki derin uçurumu ortaya çıkarmaktadır. Profesör Keith S. Thomson'un The Story of the Coelacanth (Cœlacanth'ın Hikayesi) ismini taşıyan kitabında şu bilgiler aktarılmaktadır: Örneğin, bilinen en eski Cœlacanth (Diplocercides) da, kesinlikle aynı biçimde bir rostral organa (kafatasının içinde bulunan peltemsi bir maddeyle dolu kese ve ona bağlı altı tüp, zoologlarca rostral organ olarak adlandırılıyor), özel bir kafatası eklemine, içi boş bir sırt ipine (notokord) ve az sayıda dişe sahipti. Tüm bunlar, grubun Devoniyen dönemden beri (400 milyon yıldır) hemen hemen hiç değişmediğini gösterdiği gibi, fosil kayıtları arasında büyük bir boşluğun olduğunu da gösteriyor. Çünkü, Cœlacanthların hepsinde görülen ortak özelliklerin ortaya çıkışını gösteren ata fosiller zincirine sahip değiliz.114 Coelacanth'ın Evrimi Reddeden Kompleks Yapısı
Cœlacanth'ın hiçbir atası olmadan aniden ortaya çıkışı ve milyonlarca yıl boyunca hiçbir değişime uğramamasının yanında, Cœlacanthların kompleks yapıları da evrimciler açısından büyük bir sorundur. Güney Afrika'da bulunan dünyaca ünlü JLB Smith Balık Bilimi Enstitüsü'nün yöneticisi profesör Michael Bruton Cœlacanth'ı son derece karmaşık bir hayvan olarak tanımlamaktadır. Doğum, bu canlıların kompleks özelliklerinden biridir. Cœlacanthlar yavrularını doğumla dünyaya getirirler. Portakal büyüklüğündeki yumurtaları, balığın içindeyken çatlar. Üstelik yavruların annenin bedeninden plasenta benzeri bir organ sayesinde beslendiklerine dair bulgular mevcuttur. Plasenta anneden yavruya oksijen ve besin sağlamanın yanı sıra yavrunun bedeninde solunum ve sindirimden arta kalan maddeleri uzaklaştıran kompleks bir organdır. Karbonifer döneme ait (360-290 milyon yıl önceki dönem) embriyo fosilleri böyle kompleks bir sistemin memelilerin ortaya çıkmasından çok önce var olduğunu göstermektedir. 115 Öte yandan, Cœlacanthların çevredeki elektromanyetik alanlara duyarlı olduğunun tespit edilmesi bu canlılarda kompleks bir duyu organının da varlığını göstermiştir. Bilim adamları balığın rostal organının beyne bağlandığı sinirlerin düzenine bakarak, bu organın elektromanyetik alanları algılama görevini yürüttüğünü kabul etmektedirler. Bu mükemmel organın en eski Cœlacanth fosillerinde dahi mevcut olması, diğer kompleks yapılarla birlikte ele alındığında evrimcilerin çözümleyemeyeceği bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Focus dergisinde bu sorun şöyle ifade edilmektedir: Fosillere göre, balıkların ortaya çıktığı tarih, günümüzden yaklaşık 470 milyon yıl öncesine denk geliyor. Cœlacanth'ın ortaya çıkması ise bu tarihten 60 milyon yıl sonra. Çok ilkel özelliklere sahip olması beklenen bu yaratığın, son derece karmaşık bir yapı sergilemesi şaşkınlık uyandırıyor. Tüm bunlar evrim teorisine büyük birer darbedir: Plasenta benzeri bir organın ve elektromanyetik dalgaları algılayan kompleks yapıların bu kadar eski dönemlerde kusursuz şekilde bulunduklarının gösterilmesi, doğa tarihinde evrim teorisinin iddia ettiği gibi basitten komplekse doğru aşamalı evrim yaşanmadığını açıkça göstermektedir. Cœlacanth'tan Evrime Bir Başka Darbe Daha: Kan Özellikleri1966 yılında ele geçirilen bir Cœlacanth yakalandıktan hemen sonra donduruldu. Bilim adamları balığın kanı üzerinde inceleme yaptıklarında çok şaşırdılar: Cœlacanth, köpek balığı kanı taşıyordu! Cœlacanth dışındaki tüm kemiklibalıklar (Osteichthyes), deniz suyu içip, fazla tuzu gövdelerinden atarak su gereksinimlerini karşılarlar. Cœlacanth'ın gövdesinde bulunan sistem ise, kıkırdaklıbalıklar (Chondrichthyes) sınfında bulunan köpek balığının gövdesindeki sistem gibidir. Köpek balığı, proteinlerin parçalanması sonucunda açığa çıkan amonyağı üreye dönüştürür ve insan için ölümcül olabilecek düzeylerde üreyi kanda tutar. Çevredeki suyun tuzluluk oranına göre kanda bulunan bu maddelerin oranı ayarlanır, sonuçta kan, deniz suyu ile izotonik duruma geldiğinden (içteki ve dıştaki suların ozmotik basınçları eşitlendiği, yani aynı yoğunluğa ulaştıkları için) dışarıya su kaybı olmaz. Cœlacanth'ın karaciğerinin üre üretmek için gereken enzimlere sahip olduğu da ortaya çıkarılmıştır. Yani Cœlacanth, dahil edildiği sınıflamada başka hiçbir türde bulunmayan ve ancak on milyonlarca yıl sonra köpek balıklarında ortaya çıkan özgün kan özelliklerine sahiptir. Focus, Cœlacanth'da köpek balığı kanı bulunmasını, profesör Keith S. Thomson'un ifadesiyle "evrimsel bir sorun" olarak nitelemektedir. Dergi sorunu daha açık hale getirmekte ve moleküler analizlere dayanılarak, kıkırdaklıbalıklar sınıfındaki köpek balıklarıyla, kemikli balıklar sınıfındaki Cœlacanthlar arasında hiçbir evrimsel akrabalık kurulamadığını belirtmektedir. Görüldüğü gibi iki canlı arasındaki benzerliğe getirilecek hiçbir evrim yanlısı açıklama bulunmamaktadır. Evrimcilerin çoğu benzerliği açıklamada başvurdukları moleküler analiz yöntemleri bile bu konuda bir işe yaramamaktadır. Getirilebilecek tek açıklama, bu canlıların ortak bir yaratılışla, yani Allah'ın yaratışıyla yaratıldıkları gerçeğidir. SeymouriaSeymouria, bazı evrimcilerin "sürüngenlerin atası" olarak gösterdikleri bir amfibiyen türüdür. Oysa Seymouria'nın bir ara form olamayacağı, Seymouria'nın yeryüzünde ilk kez ortaya çıkışından 30 milyon yıl öncesinde de sürüngenlerin yaşadıklarının bulunmasıyla ortaya çıkmıştır. En eski Seymouria fosilleri, Alt Permiyen tabakasına, yani bundan 280 milyon yıl öncesine aittir. Oysa bilinen en eski sürüngen türleri olan Hylonomus ve Paleothyris, Alt Pensilvanyen tabakalarında bulunmuşlardır ki, bu tabakalar 330-315 milyon yıl öncesine aittir.116 "Sürüngenlerin atası"nın sürüngenlerden çok sonra yaşamış olması, elbette imkansızdır. TherapsidaTherapsidler, evrimcilerin sürüngenlerle memeliler arasında ara geçiş formu olarak gösterdikleri bir canlı türüdür. Bu iddianın geçersizliğini önceki bölümlerde incelemiştik, burada kısaca yineleyelim. Therapsida takımına ait canlıların fosilleri, evrimcilerin iddialarını kanıtlamaz. Herşeyden önce Therapsidler fosil kayıtlarında Darwinizm tarafından beklenen kronolojik sırada ortaya çıkmazlar. Evrimcilerin iddialarının doğru olabilmesi için, Therapsida fosillerinin en fazla sürüngen çenesi özelliği taşıyandan en fazla memeli çenesi özellikleri taşıyana doğru bir çizgi izlemesi gerekmektedir. Ancak fosil kayıtlarında böyle bir sıra görülmemektedir. Ünlü Darwinizm eleştirmeni Philip Johnson, Darwin on Trial adlı kitabında bu konu hakkında şu yorumu yapar: (Sürüngenler ve memeliler arasında) Suni bir soy kökeni çizgisi oluşturulabilir, ancak bu yalnızca farklı alt gruplara ait türleri keyfi olarak karıştırarak ve onları kronolojik sıra dışında düzenleyerek gerçekleştirilebilir.117 Therapsidlerin memelilerle ortak olan tek özelliği kulak ve çene kemikleridir. Sürüngenlerin ve memelilerin üreme sistemleri ve diğer organlarındaki büyük farklılıklar incelendiğinde ise, sürüngenlerin memelilere nasıl evrimleşmiş olabileceği sorusunun cevaplanmaktan çok uzak olduğu görülecektir. Daha da ileriye gidecek olursak, işler daha da zorlaşacaktır; özellikle de, primatlar, atlar, yarasalar, balinalar, kutup ayıları, sincaplar, geviş getirenler gibi birçok farklı kategoriyi içeren bir grup olan memelilerin nasıl olup da tesadüfi mutasyonlar ve doğal seleksiyon ile sürüngenlerden evrimleşmiş olabilecekleri sorusu, cevapsızdır. Archæopteryx
Archæopteryx, evrimcilerin kuşların sözde evriminde delil gösterdikleri en önemli canlıdır. Pek çok evrimci Archæopteryx'in hem sürüngen hem kuş özellikleri gösteren bir ara geçiş formu olduğunu öne sürer. Ancak günümüzde Alan Feduccia gibi evrimci otoriteler dahi bu iddianın geçersiz olduğunu kabul etmektedir. Günümüzden yaklaşık 150 milyon yıl önce yaşamış olan Archæopteryx'in fosilleri üzerinde yapılan son incelemeler bu kuşun bir ara geçiş formu değil, sadece günümüz kuşlarından biraz daha farklı özelliklere sahip, soyu tükenmiş bir kuş türü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Evrimcilerin Archæopteryx ile ilgili ara geçiş formu iddiaları ve cevapları 1. Sonradan bulunan göğüs kemiği: Yakın zamana kadar Archæopteryx'in "sternum"unun, yani göğüs kemiğinin olmaması, canlının uçamayacağının en önemli kanıtı olarak gösterilmekteydi. (Göğüs kemiği, uçmak için gerekli olan kasların tutunduğu göğüs kafesinin altında bulunan bir kemiktir. Günümüzde uçabilen veya uçamayan tüm kuşlarda, hatta kuşlardan çok ayrı bir familyaya ait olan uçabilen memeli yarasalarda bile bu göğüs kemiği vardır.) Ancak 1992 yılında bulunan yedinci Archæopteryx fosili bu argümanın yanlış olduğunu gösterdi. Zira bu son bulunan Archæopteryx fosilinde evrimcilerin çok uzun zamandır yok saydıkları göğüs kemiği vardı. 118 Bu bulgu, Archæopteryx'in tam uçamayan bir yarı kuş olduğu yönündeki iddiaların en temel dayanağını geçersiz kıldı. 2. Tüylerin yapısı: Archæopteryx'in gerçek anlamda uçabilen bir kuş olduğunun en önemli kanıtlarından bir tanesi de hayvanın tüylerinin yapısı oldu. Archæopteryx'in günümüz kuşlarınınkinden farksız olan asimetrik tüy yapısı, canlının mükemmel olarak uçabildiğini gösteriyordu. Ünlü paleontolog Carl O. Dunbar'ın belirttiği gibi, "tüylerinden dolayı bu yaratık tam bir kuş özelliği gösteriyordu".119 Paleontolog Robert Carroll ise konu hakkında şu açıklamayı yapar: Archæpoteryx'in uçuş tüylerinin geometrisi modern uçucu kuşlarınki ile tamamen aynıdır, uçucu olmayan kuşların ise tüyleri simetriktir. Tüylerin kanat üzerindeki düzeni de modern kuşlarınkiyle benzerdir... Van Tyne ve Berger'e göre Archæopteryx'in kanatlarının boyutu ve şekli, tavuk cinsinden kuşlar, kumrular, ağaçkakanlar, çulluklar ve tüneyen ötücü kuşların çoğu gibi bitki örtüsünün sınırlı açıklıkları boyunca hareket eden kuşlarınkine benzerdir... Uçuş tüyleri en az 150 milyon yıldan beri durağandır (değişmemiştir).120 3. Kanatlarındaki pençeler ve ağzındaki dişler: Evrimciler Archæopteryx'in kanatlarında pençeler ve ağzında dişler olmasını, bu canlının bir ara geçiş formu olduğunun en önemli delili olarak sayıyorlardı. Oysa bu özellikler canlının sürüngenlerle herhangi bir şekilde bir ilgisi olduğunu göstermez. Zira günümüzde yaşayan iki tür kuşta, Touraco corythaix ve Opisthocomus hoazin'de de dallara tutunmaya yarayan pençeler bulunmaktadır. Ve bu canlılar, hiçbir sürüngen özelliği taşımayan, tam birer kuştur. Dolayısıyla Archæopteryx'in kanatlarında pençeleri olduğu ve bu sebeple de bir ara form olduğu yolundaki iddia geçersizdir. Archæopteryx'in ağzındaki dişleri de yine canlıyı bir ara form kılmaz. Evrimciler bu dişlerin bir sürüngen özelliği olduğunu öne sürerek yanılmaktadırlar. Çünkü dişler sürüngenlerin tipik bir özelliği değildir. Günümüzde bazı sürüngenlerin dişleri varken bazılarının yoktur. Daha da önemli olan nokta, dişli kuşların Archæopteryx'le sınırlı olmamasıdır. Günümüzde dişli kuşların artık yaşamadıkları bir gerçektir, ancak fosil kayıtlarına baktığımız zaman gerek Archæopteryx ile aynı dönemde gerekse daha sonra, hatta günümüze oldukça yakın dönemlere kadar "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir kuş grubunun yaşamını sürdürdüğünü görürüz. Daha önemlisi ise, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların diş yapılarının, bu kuşların sözde evrimsel ataları olan dinozorların diş yapılarından çok farklı olmasıdır. L. D. Martin, J. D. Stewart ve K. N. Whetstone gibi ünlü kuş bilimcilerin yaptıkları ölçümlere göre, Archæopteryx'in ve diğer dişli kuşların dişlerinin üstü düzdür ve geniş kökleri vardır. Oysa bu kuşların atası olduğu iddia edilen Theropod dinozorlarının dişlerinin üstü testere gibi çıkıntılıdır ve kökleri de dardır.121 Aynı araştırmacılar, aynı zamanda Archæopteryx ile onun sözde ataları olan Theropod dinozorlarının bilek kemiklerini karşılaştırmışlar ve aralarında hiçbir benzerlik olmadığını ortaya koymuşlardır.122 Archæopteryx'in dinozorlardan evrimleştiğini iddia eden en önde gelen otoritelerinden biri olan John Ostrom'un, bu canlı ile dinozorlar arasında öne sürdüğü bazı "benzerlik"lerin ise gerçekte birer yanlış yorum olduğu S. Tarsitano, M. K. Hecht ve A. D. Walker gibi anatomistlerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır.123 4. Archæopteryx'in kulak yapısı: A. D. Walker, Archaeopteryx'in kulak bölgesini de incelemiş ve kulak yapısının günümüz kuşları ile aynı olduğunu belirtmiştir.124
5. Archæopteryx'in kanatları: Wales Üniversitesi, Biyoloji Bilimleri Enstitüsü'nden J. Richard Hinchliffe embriyolar üzerinde modern izotopik teknik kullanarak, kuşların kanatlarının II, III ve IV. parmaklardan oluşurken, Theropod dinozorlarının ellerinin I, II ve III. parmaklardan oluştuğunu saptamıştır. Bu Archæopteryx-dinozor bağlantısını savunanlar için büyük bir problemdir.125 Hinchliffe'nin araştırma ve gözlemleri, ünlü bilim dergisi Science'ın 1997 yılındaki bir sayısında şöyle yayınlanmıştır: Theropodlarla kuş kemikleri arasındaki homoloji, "dinozor-kökeni" hipotezi ile ilgili diğer bazı problemleri akla getirmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır: (i) Archæopteryx kanadı ile kıyaslandığında, (vücut büyüklüğüne göre) theropodun çok daha küçük olan ön kolu. Bu tip küçük kollar oldukça büyük bir dinozorun yerden yukarıya doğru havalanması için ikna edici bir ön kanat değildirler. (ii) Theropodlardaki bilek kemiği, sadece dört türde bulunmaktadır. Theropodların çoğu çok daha fazla sayıda bilek kemiğine ait parçalara sahiptir. Bunun Archæopteryx ile benzerlik oluşturması çok zordur. (iii) Zamanlama ile ilgili bir paradoks ise, pek çok Theropod dinozorunun ve özellikle de kuşa benzeyen dromaesaur'ların fosil kayıtlarında Archæopteryx'den daha sonra bulunmalarıdır.126 6. Zamanlama Uyumsuzluğu: Hinchliffe'nin belirttiği "zamanlama uyumsuzluğu", evrimcilerin Archæopteryx hakkındaki iddialarına en öldürücü darbeyi indiren gerçeklerden biridir. Amerikalı biyolog Jonathan Wells 2000 yılında yayınlanan Icons of Evolution (Evrimin İkonaları) adlı kitabında, Archæopteryx'in evrim adına adeta bir "ikona" (kutsal sembol) haline getirildiğini, oysa delillerin bu canlının "kuşların ilkel atası" olmadığını açıkça gösterdiğini vurgular. Wells'e göre bunun göstergelerinden biri, Archæopteryx'in atası olarak gösterilen theropod dinozorların, aslında Archæopteryx'ten daha genç olmalarıdır: Yerde koşan koşan iki ayaklı dinozorlar, Archæopteryx'in teorik atalarından beklenebilecek bazı özelliklere sahiptirler, ama (fosil kayıtlarında) Archæopteryx'ten daha sonra ortaya çıkarlar.127 Tüm bunlar, Archæopteryx'in bir ara geçiş formu olmadığını; sadece "dişli kuşlar" olarak isimlendirilebilecek ayrı bir sınıflandırmaya ait olduğunu gösterir. Bu canlıyı theropod dinozorlarla ilişkilendirmek ise, son derece tutarsızdır. Amerikalı biyolog, Richard L. Deem de "Demise of the 'Birds are Dinosaurs' Theory" ("Kuşlar Dinozordur" Teorisinin Sonu) başlıklı makalesinde, kuş-dinozor evrimi iddiası ve Archæopteryx hakkında şunları yazmaktadır: Son çalışmaların sonuçları göstermektedir ki, theropod dinozorların elleri (ön kol kemiklerindeki) birinci, ikinci ve üçüncü hanelerden türemiştir, ama kuşların kanatları, ikinci, üçüncü ve dördüncü hanelerden türerler... 'Kuşlar dinozordur' teorisiyle ilgili başka problemler de vardır. Theropodların ön ayakları Archæopteryx'le kıyaslandığında, vücutlarına göre çok küçüktür. Bu canlıların ağır vücutları da düşünüldüğünde, bir tür "ön-kanat" (proto-wing) geliştirmeleri olası gözükmemektedir. Theropod dinozorların çok büyük bölümü (kuşlarda bulunan) semilunatik bilek kemiğinden yoksundur ve Archæopteryx'te hiçbir benzeri bulunmayan bazı bilek parçalarına sahiptir. Bütün theropodlarda V1 sinirleri diğer bazı sinirlerle birlikte kafatasını yandan terk eder, kuşlarda ise aynı sinirler kafatasını ön taraftan kendilerine ait bir delikten geçerek terk eder. Bir başka sorun ise, Theropodların çok büyük kısmının Archæopteryx'ten daha sonra ortaya çıkmış olmalarıdır.128 7. Diğer eski kuş fosilleri: Son dönemlerde bulunan bazı fosiller, Archæopteryx'le ilgili evrimci senaryonun geçersizliğini başka yönlerden ortaya koymuştur.
1995 yılında Çin'de Omurgalılar Paleontolojisi Enstitüsü'nde araştırmalar yapan Lianhai Hou ve Zhonghe Zhou adlı iki paleontolog, Confuciusornis olarak isimlendirdikleri yeni bir fosil kuş keşfettiler. 150 milyon yıllık Archæopteryx'e yakın bir yaştaki (yaklaşık 140 milyon yıllık) bu kuşun dişleri yoktu, gagası ve tüyleri ise günümüz kuşlarıyla aynı özellikleri göstermekteydi. İskelet yapısı da günümüz kuşlarıyla aynı olan bu kuşun kanatlarında, Archæopteryx'te olduğu gibi pençeler vardı. Kuyruk tüylerine destek olan "pygostyle" isimli yapı bu kuşta da görülüyordu.129 Kısacası, evrimciler tarafından tüm kuşların en eski atası sayılan ve yarı sürüngen kabul edilen Archæopteryx'e çok yakın bir yaşa sahip olan bu canlı, günümüz kuşlarına çok benziyordu. Bu gerçek, Archæopteryx'in bütün kuşların ilkel atası olduğu yönündeki evrimci tezlerle çelişiyordu. Çin'de Kasım 1996'da bulunan bir başka fosil, ortalığı daha da karıştırdı. 130 milyon yaşındaki Liaoningornis isimli bu kuşun varlığı L. Hou, L. D. Martin ve Alan Feduccia tarafından Science dergisinde yayınlanan bir makaleyle duyuruldu. Liaoningornis, günümüz kuşlarında bulunan uçuş kaslarının tutunduğu göğüs kemiğine sahipti. Diğer yönleriyle de bu canlı günümüz kuşlarından farksızdı. Tek farkı, ağzında dişlerinin olmasıydı. Bu durum, dişli kuşların, hiç de evrimcilerin iddia ettikleri gibi ilkel bir yapıya sahip olmadıklarını gösteriyordu.130 Nitekim Alan Feduccia, Discover dergisinde yayınlanan yorumunda, Liaoningornis'in, kuşların kökeninin dinozorlar olduğu iddiasını geçersiz kıldığını belirtmişti.131 Archæopteryx'le ilgili evrimci iddiaları çürüten bir başka fosil ise, Eoalulavis oldu. Archæopteryx'ten 25-30 milyon yıl daha genç, yani 120 milyon yaşında olduğu söylenen Eoalulavis'in kanat yapısının aynısı, günümüzdeki bazı uçan kuşlarda görülüyordu. Bu da 120 milyon yıl önce, günümüzdeki kuşlardan birçok yönden farksız canlıların göklerde uçmakta olduklarını ispatlıyordu.132
2002 yılında ise R. N. Melchor, S. de Valais, and J. F. Genise adlı bilim adamları Nature dergisinde, Archæopteryx'ten 55 milyon yıl önce yaşamış kuşlara ait ayak izleri bulduklarını açıkladılar: Kuşların bilinen tarihi Geç Jurasik dönemde (150 milyon yıl öncesi civarında) Archæopteryx ile başlar... Biz burada, Arjantin'in fosil yataklarından, Geç Triyasik döneme ait açıkça kuş özellikleri gösteren, iyi korunmuş ve zengin, bilinen ilk kuş iskeleti kayıtlarından en az 55 milyon yıl önceye ait ayak izlerini tanımlıyoruz.133 Böylece Archæopteryx ve diğer arkaik kuşların birer ara geçiş formu olmadıkları kesin bir biçimde ispatlanmış oldu. Fosiller, farklı kuş türlerinin birbirlerinden evrimleştiklerini göstermiyorlardı. Aksine, günümüz kuşlarının ve Archæopteryx benzeri bazı özgün kuş türlerinin beraberce yaşadıklarını ispatlıyorlardı. Bu kuşların bazılarının, örneğin Confuciusornis veya Archæopteryx'in soyları tükenmiş, günümüze ancak az sayıdaki kuş gelebilmiştir. Jeholornis
Çin'de bulunan ve Jeholornis olarak adlandırılan bir kuş fosilinin uzun bir kuyruğa sahip olması, bazı evrimcilerin bu fosili kuşların dinozorlardan evrimleştiğine delil olarak göstermelerine neden oldu. Oysa, doğadaki birçok canlı türü bir diğeri ile benzer özellikler taşıyabilmektedir ve bu türlerin birçoğunun arasında evrimciler dahi evrimsel bir bağ kuramamaktadırlar. Sözgelimi ahtapotların göz yapısı insanların göz yapısı ile çok benzerdir. Ama ahtapotlarla insanlar arasında evrimsel bir bağ olduğunu evrimciler dahi iddia etmemektedirler. Sineklerin de kuşlar veya yarasalar gibi kanatları vardır, ancak bu türlerin hiçbiri arasında evrimciler açısından dahi, evrimsel bir akrabalık olduğunu öne sürmek mümkün değildir. Dolayısıyla dinozorlarla kuşlar arasında benzer bazı özellikler olması dinozorların kuşların atası olduğuna delil olarak gösterilemez. Nitekim, yıllarca kuşların dinozorlardan evrimleştikleri teorisine karşı çıkan ve bu teorinin yanlışlarını ortaya koyan kuş bilimci profesör Dr. Alan Feduccia, bir evrimci olmasına rağmen, bu konuda şu tespitte bulunmaktadır: Eğer biri tavuk iskeleti ile dinozor iskeletine dürbünle bakarsa, ikisinin benzer olduğunu düşünebilir. Ancak yakından ve detaylı bir inceleme aralarında pek çok farklılık olduğunu ortaya çıkarıyor. Theropod dinozorlarının örneğin, eğri ve testere gibi uçları olan dişleri vardı, ancak ilk kuşların düz ve kanca gibi dişleri vardı ve uçları testere gibi değildi. Ayrıca her iki türün dişleri farklı şekillerde çıkıyor ve yenileniyordu. 134
Ayrıca, farklı canlı gruplarının özelliklerini üzerinde barındıran "mozaik canlılar"ın var olduğu bilinen bir gerçektir ve bunların evrim teorisine delil olmadığı Stephen Jay Gould gibi önde gelen evrimci otoriteler tarafından da kabul edilmiştir.135 Örneğin Avustralya'da yaşayan Platypus, memeli, sürüngen ve kuş özelliklerini aynı anda üzerinde taşımaktadır. Ancak evrimciler bu canlıya teorileri açısından bir açıklama getirememektedirler. Bir kuşun uzun bir kuyruğunun olması da, onun dinozorlardan evrimleştiğine delil olmaz. Evrim teorisinin bulması gereken canlılar "ara formlardır", mozaik canlılar değildir. Ara formlar, eksik, yarım, işlevini tam göremeyen organlara sahip olan canlılar olmalıdır. Oysa mozaik canlıların sahip oldukları organların her biri eksiksiz ve kusursuzdur. Örneğin Jeholornis tam ve güçlü bir uçucu kuştur. Ayrıca bulunan bu fosilin 100 milyon yıllık olduğu tespit edilmiştir. Bu kuştan yaklaşık 50 milyon yıl önce uçabilen Archæopteryx gibi kuşlar zaten bulunmaktadır. Kuşların yarı dinozor-yarı kuş atalarının kendilerinden 50 milyon yıl sonra yaşıyor olduklarını iddia etmek, elbette mantıklı değildir. Microraptor gui2003 yılının Ocak ayında, Microraptor gui adı verilen 130 milyon yıllık bir fosil dünyaya duyuruldu. Bu fosilin dört kanatlı ve ağaçtan ağaca süzülen bir dinozora ait olduğu ileri sürüldü, bu bulgunun kuşların dinozorlardan evrimleştiği teorisine kanıt olduğu iddia edildi. Ancak çok kısa bir süre sonra bu iddiayı destekleyecek delil olmadığı bilim adamları tarafından açıklandı. Örneğin National Geographic dergisinin Mayıs 2003 sayısında Christopher P. Sloan tarafından kaleme alınan ve "Kanatların Efendisi" başlığını taşıyan bir yazıda, Microraptor gui'nin evrimciler açısından kafa karıştırmaya devam ettiği, birçok bilim adamının bu canlının uçamayacağı yönünde yorumlar yaptığı belirtilmektedir. Sloan bu konuda şunları söylemektedir: Ancak bilim adamları M. gui'nin havalanacak kadar hızlı koştuğunu düşünmüyor. Ayrıca nasıl bir engelli koşucu uzun etek giyip koşmaya kalkarsa tökezler, ayak tüyleri M. gui'yi de aynı şekilde tökezletmiş olabilir. Bilim adamlarına göre bu bol tüyler belki de uçan sincaplarda olduğu gibi paraşüt etkisi meydana getiriyordu. 136 Başka bilim adamları bu hayvanların ağaçtan ağaca süzülürken uçmaya başladığı varsayımına da itiraz ediyorlar: Daha kolayı varken bu canlıların kanat çırpıp enerji harcamalarını akla yatkın görmüyorlar. Ayrıca bazı araştırmacılar M. gui'nin ayak tüylerinin süzülerek bile olsa uçmaya elverişli olmadığını öne sürüyor. Kısacası dino-kuş teorisi sadece propaganda ve önyargıyla sürdürülen bir dogmadır. Microraptor gui örneğinde de görüldüğü gibi, bu yönde yapılan her spekülasyon zaman içinde çürüyüp terk edilmeye mahkumdur.
"Sinovenator changii", kuşların atası değildirEvrimciler Çin'de bulunan 130 milyon yıllık "Sinovenator changii" isimli dinozor fosilinin kuşların atası olduğunu öne sürmektedirler. Oysa bilinen en eski kuş olan Archæopteryx, günümüzden 150 milyon yıl önce yaşamıştır, yani söz konusu fosilden 20 milyon yıl daha yaşlıdır. Bu durumda, Sinovenator changii'nin kuşların atası olması imkansızdır, çünkü günümüz kuşları ile aynı özelliklere sahip kuşlarla aynı dönemlerde, hatta onlardan 20 milyon yıl sonra yaşamıştır.
Sinovenator changii'nin fosilinde tüylere rastlanmamış olmasına rağmen bazı evrimciler bu canlının "muhtemelen tüylü olduğunu" varsaymaktadırlar. Bu varsayıma dayanak olarak ise, bu fosilin bulunduğu bölgedeki diğer dinozor fosillerinin tüylü oldukları gösterilmektedir. Fosilde tüyler bulunmamasına rağmen, bu fosilin tüyleri olduğunu varsaymak ve bundan yola çıkarak "dinozorlar kesin olarak kuşların atasıdır" sonucunu çıkarmak elbette ki bilimsel değildir. Dahası, sözü edilen Yixian Bölgesi'nde daha önce bulunan dinozor fosillerindeki tüyler tartışmalıdır. Birçok bilim adamı, bu dinozorlardaki yapıların tüy olmadığı görüşünde birleşmektedir. Öne sürülen diğer hiçbir "tüylü dinozor" adayı da kesin değildir. Bu canlıların fosillerinde bazı "tüyümsü" yapılara rastlansa da, bunların gerçekte tüy olmadıkları belirlenmiştir. Önceki sayfalarda da incelendiği gibi Fedduccia gibi otoriteler bu yapıların "kolajen fiberleri" olduğunu ve tüy olarak kabul edilmelerinin büyük hata olacağını savunmaktadırlar.137 Atın Evrimi Masalı
Memelilerin kökeni konusu içinde önemli bir yer tutan başlık, uzunca bir zamandır evrimci kaynakların baş tacı ettikleri "atın evrimi" efsanesidir. Bu bir efsanedir, çünkü bilimsel bulgulara değil, hayal gücüne dayanır. "Atın evrimi"ni sembolize ettiği iddia edilen şemalar, yakın bir zamana kadar, evrim teorisine kanıt olarak gösterilen fosil sıralamalarının en başında gelmekteydi. Oysa bugün pek çok evrimci, atın evrimi senaryosunun geçersizliğini açıkça kabul etmektedir. Kasım 1980'de Chicago Doğa Tarihi Müzesi'nde 150 evrimcinin katıldığı, dört gün süren ve kademeli evrim teorisinin sorunlarının ele alındığı bir toplantıda söz alan evrimci Boyce Rensberger, atın evrimi senaryosunun fosil kayıtlarında hiçbir dayanağı olmadığını şöyle anlatmıştır: Yaklaşık 50 milyon yıl önce yaşamış dört tırnaklı, tilki büyüklüğündeki canlılardan bugünün daha büyük tek tırnaklı atına bir dizi kademeli değişim olduğunu öne süren ünlü atın evrimi örneğinin geçersiz olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Kademeli değişim yerine, her türün fosilleri bütünüyle farklı olarak ortaya çıkmakta, değişmeden kalmakta, sonra da soyu tükenmektedir. Ara formlar bilinmemektedir.138 Rensberger, dürüst bir tutumla atın evrimi senaryosundaki bu önemli sorunu dile getirirken aslında tüm teorinin fosil kayıtlarındaki en büyük açmazı "ara geçiş formları açmazı"nı gündeme getirmiştir. Atın evrimi şemaları hakkında Amerikan Doğa Tarihi Müzesi'nden ünlü evrimci paleontolog Niles Eldredge de, hala İngiltere Doğa Tarihi Müzesi'nin alt katında duran bu şema hakkında şunları söyler: Hayatın doğası hakkında her biri birbirinden hayali bir sürü kötü hikaye vardır. Bunun en ünlü örneğiyse, belki 50 yıl önce hazırlanmış olan ve hala alt katta duran atın evrimi sergisidir. Atın evrimi, birbirini izleyen yüzlerce bilimsel kaynak tarafından büyük bir gerçek gibi sunulmuştur. Ancak şimdi, bu tip iddiaları ortaya atan kişilerin yaptıkları tahminlerin, yalnızca spekülasyon olduklarını düşünüyorum.139 Peki "atın evrimi" senaryosunun dayanağı nedir? Bu senaryo, Hindistan, Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa'da değişik zamanlarda yaşamış, farklı tür canlılara ait fosillerin evrimcilerin hayal güçleri doğrultusunda küçükten büyüğe doğru dizilmesiyle oluşturulan şemalarla ortaya atılmıştır. Farklı araştırmacıların öne sürdüğü 20'den fazla atın evrimi şeması vardır. Hepsi de birbirinden farklı olan bu soy ağaçları hakkında evrimciler arasında da görüş birliği yoktur. Bu sıralamalardaki tek ortak nokta, 55 milyon yıl önceki Eosen devrinde yaşamış Eohippus (Hyracotherium) adlı köpek benzeri bir canlının atın ilk atası olduğuna inanılmasıdır. Oysa atın milyonlarca yıl önce yok olmuş atası olarak sunulan Eohippus, halen Afrika'da yaşayan ve atla hiçbir ilgisi ve benzerliği olmayan Hyrax isimli hayvanın hemen hemen aynısıdır.140
Atın evrimi iddiasının tutarsızlığı, her geçen gün ortaya çıkan yeni fosil bulgularıyla daha açık olarak anlaşılmaktadır. Eohippus ile aynı katmanda, günümüzde yaşayan at cinslerinin de (Equus nevadensis ve Equus occidentalis) fosillerinin bulunduğu tespit edilmiştir.141 Bu, günümüzdeki at ile onun sözde atasının aynı zamanda yaşadığını göstermektedir ki, atın evrimi denen sürecin hiçbir zaman yaşanmadığının kanıtıdır.
Evrimci yazar Gordon R. Taylor, Darwinizm'in açıklayamadığı konuları ele alan The Great Evolution Mystery (Büyük Evrim Gizemi) adlı kitabında at serileri efsanesinin aslını şöyle anlatır: Darwinizm'in belki de en ciddi zafiyeti, paleontologların, büyük evrimsel değişiklikleri gösterecek olan akrabalık ilişkilerini ve canlı sıralamalarını ortaya koyamamalarıdır... At serisi genellikle bu konuda çözüme kavuşturulmuş olan yegane örnek gibi gösterilir. Ama gerçek şudur ki, Eohippus'tan Equus'a kadar uzanan sıralama çok tutarsızdır. Bu sıralamanın, giderek artan bir vücut büyüklüğünü gösterdiği iddia edilir, ama aslında sıralamanın ileriki aşamalarına konan canlıların bazıları (sıralamanın en başında yer alan) Eohippus'tan daha büyük değil, daha küçüktürler. Farklı kaynaklardan gelen türlerin biraraya getirilip ikna edici bir görüntüye sahip olan bir sıralamada arka arkaya dizilmeleri mümkündür, ama tarihte gerçekten bu sıralama içinde birbirlerini izlediklerini gösteren hiçbir kanıt yoktur.142 Tüm bu gerçekler, evrim teorisinin en sağlam delillerinden birisi gibi sunulan atın evrimi şemalarının, hiçbir geçerliliğe sahip olmayan hayali sıralamalar olduklarını ortaya koymaktadır. Diğer türler gibi atlar da, evrimsel bir ataya sahip olmadan var olmuşlardır.
RamapithecusRamapithecus, evrim teorisinin en büyük ve en uzun süren yanılgılarından birisi olarak kabul edilir. Bu isim, 1932 yılında Hindistan'da bulunan ve insan ile maymun arasında 14 milyon yıl önce meydana gelen ayrımın ilk basamağı olduğu iddia edilen fosil kayıtlarına verilmişti. Bulunduğu 1932 yılından, tamamen bir hatadan ibaret olduğu anlaşılan 1982 yılına kadar 50 sene boyunca da evrimciler tarafından kesin bir delil olarak kullanıldı. Amerikalı evrimci Dr. Elwyn Simons, Ramapithecus hakkında Scientific American'ın Mayıs 1977 sayısında şöyle yazmıştı: "Bu soyu tükenmiş primat, hominid soy ağacımızdaki ilk halkalardan biridir. Bulunan yeni örnekler onu insan evriminde hak ettiği yere yerleştirmiştir." Simons daha sonra güvenle ekliyordu: "(Ramapithecus sayesinde) Homo türüne kadar olan yol, bir çelişki korkusu olmaksızın açılmıştır." 143 Ramapithecus'un insan evrimindeki önemi Simons'ın Time dergisine yazdığı Kasım 1977 tarihli yazıdan da anlaşılmaktaydı. Şöyle diyordu: "Ramapithecus insanın tam bir atası olması için dizayn edilmiş gibidir. Eğer atamız değilse, elimizde kesin hiçbir kanıt yoktur."144 Dr. Robert Eckhardt tarafından 1972'de Scientific American'da yayınlanan birkaç sayfalık makalede Dryopithecus (soyu tükenmiş bir goril türü) ile Ramapithecus dişleri arasında yapılan 24 farklı ölçümün sonuçlarına yer verilmişti. Dr. Eckhardt, bu ölçümlerle daha önce şempanzeler arasında yaptığı ölçümleri karşılaştırmıştı. Bu karşılaştırmalara göre, halen yaşamakta olan şempanzelerin dişleri arasındaki fark, Ramapithecus ve Dryopithecus arasındaki farktan daha fazlaydı. Eckhardt vardığı sonucu şöyle özetliyordu:
Eğer hominid kavramından kastedilen şey, ufak bir yüze ve ufak bir çeneye sahip bir maymun değilse, bu süre içinde (14 milyon yıl önce) herhangi bir insan-maymun arası canlının yaşadığına dair elimizde delil yoktur.145 Richard Leakey'in de aynı Eckhardt gibi Ramapithecus hakkında birtakım şüpheleri vardı. Leakey'e göre birkaç çene kemiğinden ibaret olan Ramapithecus hakkında kesin bir yargı yürütmek için çok erkendi. Bu fikirlerini Leakey, "Ramapithecus'un yeri doldurulamaz değildir ve parçalanmış fosil buluntuları pek çok soruyu beraberinde getirmektedir" 146 diyerek özetliyordu. İnsanlardaki çene yapısının, maymunlardaki "U" biçiminin aksine, konuşmaya olanak verecek biçimde parabolik ("V" biçimli) olduğu uzun zamandan beri bilinmekteydi. Ramapithecus'un ise insanlardaki gibi parabolik bir çeneye sahip olduğu düşünülmekteydi. 1961'de Elwyn Simons'un yaptığı Ramapithecus'un alt çene parçasına dayanan YPM 13799 kodlu hatalı rekonstrüksiyonlar, kesici dişler dışındaki dişlerde tamamen parabolik bir yapı gösteriyordu. Bu rekonstrüksiyon birçok yazar tarafından kabul edilmiş ve çeşitli çalışmalarda kullanılmıştı. 1969'da Genet-Varcin ikilisi ise, aynı parçaları kullanarak aynı maymunlardaki gibi "U" şekilli tamamen değişik rekonstrüksiyonların yapılabileceğini gösterdiler. Ayrıca yaşayan maymunlardan da Ramapithecus karakterine sahip olan birçok tür vardı. Etiyopya'nın yüksek kesimlerinde yaşayan bir babon türü (Theropithecus galada), aynen Ramapithecus ve Australopithecine'de olduğu gibi kısa, derin bir yüze ve öbür maymunlara göre küçük kesici ve doğrayıcı dişlere sahipti. Bu yeni ara geçiş formunun bir yanılgı olduğu ve soyu tükenmiş bir orangutandan başka birşey olmadığı ise, Science dergisinde yayınlanan 1982 tarihli "İnsanlık Bir Atasını Kaybediyor" başlıklı makalede şöyle ilan edildi: Harvard Üniversitesi paleoantropologlarından David Pilbeam'a göre bugüne kadar atalarımızdan olduğunu düşündüğümüz bir grup canlı aile ağacımızdan çıkartılıyor. Birçok paleoantropolog, Ramapithecusların bizim Afrika maymunlarından hemen ayrılmamızdan sonraki bilinen en eski atalarımız olduğunu söylemekteydi. Ancak bunlar birkaç diş ve çene parçasına dayanıyordu. Pilbeam'a göre büyük çene ve kalın mineyle kaplı dişler insan atalarının özelliklerini taşıyor belki; ancak alt çene kemiğinin pozisyonu, birbirine yakın gözler, damağın şekli gibi daha belirgin özellikler bunun bir orangutan atası olduğunu gösteriyor.147 Turkana ÇocuğuAfrika'da bulunan Homo erectus örneklerinin en ünlüsü, Kenya'daki Turkana Gölü yakınlarında bulunan "Turkana Çocuğu" fosilidir. Bu fosilin sahibinin 12 yaşında bir çocuk olduğu ve büyüdüğü zaman yaklaşık 1.83 m boyunda olacağı saptanmıştır. Fosilin dik iskelet yapısı günümüz insanından farksızdır. Amerikalı paleoantropolog Alan Walker, "ortalama bir patoloğun bu fosilin iskeletiyle, günümüz insanı iskeletini birbirinden ayırmasının çok güç olduğunu" söyler. Walker kafatasını gördüğünde güldüğünü, çünkü kafatasının "bir Neandertal kafatasına aşırı derecede benzediğini" yazar.148 Neandertaller günümüz insanın bir ırkıdırlar. Dolayısıyla Homo erectus da yine günümüz insanın bir ırkıdır. Üstteki tezi savunan bilim adamlarının vardığı sonuç, "Homo erectus, Homo sapiens'ten farklı bir tür değil, Homo sapiens içindeki bir ırktır" şeklinde de özetlenebilir. Bir insan ırkı olan Homo erectus ile "insanın evrimi" senaryosunda kendisinden önce gelen maymunlar (Australopithecus, Homo habilis ve Homo rudolfensis) arasında ise büyük bir uçurum vardır. Yani fosil kayıtlarında beliren ilk insanlar, evrim süreci olmadan, aynı anda ve aniden ortaya çıkmışlardır.
Farklı İnsan Irkları Evrime Delil DeğildirLucyLucy 1974 yılında Amerikalı antropolog Donald Johanson tarafından bulunan ünlü fosilin adıdır. Birçok evrimci Lucy'nin insanla maymunsu ataları arasındaki ara geçiş formu olduğunu iddia etmiştir. Ancak ilerleyen yıllarda yapılan incelemeler Lucy'nin sadece nesli tükenmiş bir maymun türü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Lucy, önceki sayfalarda bahsedilen ve bir maymun türü olduğu, insanın evrimi ile ilgisi olmadığı ortaya konan Australopithecus genusuna ait bir türü temsil etmektedir. Bu türün (Australopithecus afarensis) şempanzelerle aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve çene kemiği günümüz şempanzeleriyle aynı şekildedir, kolları ve bacakları canlının bir şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de şempanzelerinki gibidir.149 Daha önce de bahsedildiği gibi, evrimciler Lucy'nin dahil olduğu Australopithecus grubuna ait canlıların maymun özellikleri göstermelerine rağmen, insana benzer bir duruş ve yürüyüş şekli olduğunu öne sürmektedirler. Oysa yapılan incelemeler bunun doğru olmadığını göstermiştir. Harvard antropologlarından William Howells, Lucy'nin yürüyüş şeklinin insanlarınkine bir geçiş olmadığını yazmaktadır: Lucy'nin yürüyüşünün tam olarak anlaşılmadığına ve Lucy'nin ihtiyaçlarını başarıyla karşılıyor olmasına rağmen, bizim yürüyüşümüze geçişe benzer bir şey olmadığına dair genel bir görüş birliği var. 150 California Üniversitesi'nden antropoloji profesörü Adrienne Zihlman, Lucy'nin fosilinin pigme şempanzelerle dikkat çekecek şekilde benzer olduğunu belirtmektedir. 151
Bilim yazarı Dr. Jeremy Cherfas da, New Scientist dergisinde yayınlanan yazısında Lucy'nin kafatası yapısı için şöyle der: Lucy'nin, Australopithecus afarensis'de olduğu gibi şempanzelerinkine benzeyen kafatası ve buna uygun bir beyni var.152 Ünlü Fransız bilim dergisi Science et Vie de Mayıs 1999 sayısında Lucy'i kapak yapmıştır. "Adieu Lucy" (Elveda Lucy) başlığının kullanıldığı yazıda, Australopithecus türü maymunların insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini yazmıştır. St W573 kodlu yeni bir Australopithecus fosili bulgusuna dayanarak yazılan makalede, şu cümleler yer almaktadır: Yeni bir teori Australopithecus cinsinin insan soyunun kökeni olmadığını söylüyor... St W573'ü incelemeye yetkili tek kadın araştırmacının vardığı sonuçlar, insanın atalarıyla ilgili güncel teorilerden farklı; hominid soy ağacını yıkıyor. Böylece bu soy ağacında yer alan insan ve doğrudan ataları sayılan primat cinsi büyük maymunlar hesaptan çıkarılıyor... Australopithecus ve Homo türleri (insanlar) aynı dalda yer almıyorlar, Homo türlerinin (insanların) doğrudan ataları, hala keşfedilmeyi bekliyor.153 Amerika'nın USA Today gazetesinde Tim Friend tarafından kaleme alınan bir makalede ise insanın doğrudan atası olarak gösterilen Lucy (Australopithecus afarensis) hakkında şu yorum yapılıyor: Lucy'nin bilimsel adı Australopithecus afarensis. Günümüzde yaşayan Bonobo şempanzelerine çok benziyor: Küçük bir beyin, öne çıkmış yüz ve iri azı dişleri. Ancak Homo'nun doğrudan atası kabul edilen Lucy'nin bu özelliği son on yılda gözden düştü. Birçok uzman insanın kökenini Lucy gibi bir ataya doğrudan bağlamanın çok basit bir yaklaşım olduğunu kabul ediyor.154 Bu yazıda Smithsonian Doğa Tarihi Müzesi İnsanın Kökeni Programı Başkanı Richard Potts'un da yorumlarına yer veriliyor. Buna göre Potts ve daha birçok evrimci uzman, Lucy'nin artık insanın soy ağacından çıkarılması gerektiğini kabul ediyor.155 KNM-ER 1470 (Homo rudolfensis)Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve "KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey'e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı. Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan "insansı" yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan profesör Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler: KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise, aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.156 Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E. Cronin de şöyle der: Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz, düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470'in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir... KNM-ER 1470, diğer erken Homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecus'la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer geç Homo örneklerinde (yani Homo erectus'ta) bulunmaz.157
Michigan Üniversitesi'nden C. Loring Brace ise, çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır: "Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470'in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir."158 KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu profesör Alan Walker da, bu canlının Homo erectus ya da Homo rudolfensis gibi bir "Homo" yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır.159 Kısacası, Australopithecus ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir. Bu gerçek, Bernard Wood ve Mark Collard adlı iki evrimci antropoloğun 1999 yılında Science dergisinde yayınlanan incelemeleriyle daha da belirgin hale gelmiştir. Wood ve Collard, Homo habilis ve Homo rudolfensis (Skull 1470 türü) kategorilerinin hayali olduğunu, aslında bu kategorilere dahil edilen fosillerin Australopithecus sınıflandırması içinde incelenmesi gerektiğini şöyle açıklamışlardır: Daha yakın zamanda, fosil türleri, mutlak beyin hacmi, dil yeteneği konusundaki çıkarımlar ve el fonksiyonu ve taştan aletler yapma becerileri konusundaki kurgular gibi temellere dayanılarak, Homo kategorisine dahil edilmiştir. Birkaç istisna haricinde, bu (Homo) cinsinin insan evrimi içindeki tanımı ve kullanımı ve Homo'nun sınırının belirlenişi, sanki sorunsuz bir olgu gibi kabul edilmiştir. Ama... yeni bulgular, mevcut bulgulara getirilen yeni yorumlar ve paleoantropolojik kayıtlar üzerindeki kısıtlamalar, sınıflandırmaları Homo cinsine dahil etmek için kullanılan kriterleri geçersiz hale getirmektedir... Pratikte, fosilleşmiş hominid türleri, Homo kategorisine, dört temel kriterden biri veya daha fazlasına göre dahil edilmektedir... Oysa şimdi açık hale gelmiştir ki, bu kriterlerin hiçbiri tatminkar değildir. Kafatası hacmi problemlidir, çünkü mutlak beyin kapasitesinin biyolojik bir önemi olduğu varsayımı tartışmalıdır. Aynı şekilde, konuşma fonksiyonunun beynin genel görünümünden güvenilir şekilde çıkarsanamayacağına dair oldukça tatmin edici kanıtlar vardır ve beynin konuşma ile ilgili bölgelerinin, daha önceki çalışmaların ima ettiğinin aksine lokalize olmadığına dair kanıtlar vardır... Bir başka deyişle, H. habilis ve H. rudolfensis'e ait fosil bulguları eklendiğinde, Homo cinsi iyi bir cins değildir. Dolayısıyla, H. habilis ve H. rudolfensis, Homo cinsinden çıkarılmalıdır... Şu an için, hem H. habilis'in hem de H. rudolfensis'in Australopithecus cinsine geçirilmesini öneriyoruz.160 Wood ve Collard'ın vardığı sonuç, anlattığımız gerçeği doğrulamaktadır: Tarihte "ilkel insan ataları" yoktur. Bu şekilde gösterilen canlılar, gerçekte Australopithecus cinsine dahil edilmeleri gereken maymunlardır. Fosil kayıtları, bu soyu tükenmiş maymunlar ile fosil kayıtlarında aniden ortaya çıkan Homo yani insan türü arasında hiçbir evrimsel ilişki olmadığını göstermektedir. Sahelanthropus tchadensis
Evrim teorisinin insanın kökeni hakkındaki iddialarını yıkan en son bulgulardan biri ise, 2002 yazında Orta Afrika ülkesi Çad'da bulunan ve Sahelanthropus tchadensis adı verilen fosil oldu. Bu fosil, evrimci çevreleri birbirine kattı. Dünyaca ünlü Nature dergisi, fosili duyuran haberinde, "Bulunan yeni kafatası, insanın evrimi hakkındaki düşüncelerimizi tamamen batırabilir." itirafında bulundu.161 Harvard Üniversitesi'nden Daniel Lieberman, bu yeni bulgunun "küçük bir nükleer bomba kadar etkili olacağı"nı söyledi.162 Bunun nedeni, bulunan fosilin 7 milyon yıl yaşında olmasına rağmen, "insanın en eski atası" olduğu iddia edilen ve 5 milyon yıl yaşındaki Australopithecus cinsi maymunlardan (evrimcilerin bugüne kadar temel aldıkları kıstaslara göre) daha "insansı" bir yapıya sahip olmasıydı. Bu durum, gerçekte hepsi soyu tükenmiş maymun türleri arasında, son derece subjektif ve ön yargılı olan "insana benzerlik" kriterlerine göre kurulan evrimsel ilişkilerin tamamen hayali olduğunu gösteriyordu. John Whitfield, 11 Temmuz 2002 tarihli Nature dergisinde yayınlanan "Oldest Member of Human Family Found" (İnsan Ailesinin En Eski Üyesi Bulundu) başlıklı makalesinde, George Washington Üniversitesi'nden evrimci antropolog Bernard Wood'dan alıntı yaparak bu görüşü doğruluyordu: Üniversiteye başladığım 1963 yılında, insanın evrimi bir merdiven gibi görülüyordu. Bu merdivenin basamakları, maymundan insana doğru ilerleyen ve her aşaması bir öncekinden daha az maymunsu olan bir seri ara formdan meydana geliyordu... Ama şimdi insanın evrimi (karmakarışık) bir çalıya benziyor... Fosillerin birbirleriyle nasıl bir ilişkisi olduğu ve herhangi birisinin gerçekten insanın atası olup olmadığı hala tartışmalı.163 Yeni bulunan maymun fosili konusunda Nature dergisinin editörü ve önde gelen bir paleoantropolog olan Henry Gee'nin yaptığı yorumlar da son derece önemliydi. Gee, The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, fosil üzerinde yapılan tartışmalara değiniyor ve şöyle yazıyordu: Sonuç ne olursa olsun, bu kafatası, bir kez daha ve kesin olarak göstermiştir ki, eskiden beri kabul edilen (insanla maymun arasındaki) 'kayıp halka' düşüncesi saçmadır... Şu an çok açık olarak görülmelidir ki, zaten her zaman için son derece sallantılı olan kayıp halka düşüncesi, artık tamamen geçerliliğini yitirmiştir.164 Orrorin tugensis2000 yılında bulunan ve Milenyum Adamı olarak anılan Orrorin tugensis ise on iki küçük fosil bulgusuna dayandırılan bir türdür. Kalıntıları bulan Fransız araştırmacılar Martin Pickford (Collège de France) ve Brigitte Senut (Ulusal Doğa Tarihleri Müzesi, Paris) bu türün iki ayak üzerinde yürüyen canlılar olduğunu iddia etmelerine rağmen bu görüş evrimciler arasında bile yaygınlık kazanmış değildir. Çoğu evrimci bunun iki ayak üzerinde yürüyen bir tür olamayacağını düşünmektedir. Londra Üniversitesi'nden profesör Leslie Aiello, bu türün iki ayak üzerinde yürüdüğü iddiasının sağlam temellere dayanmadığını, hatta bu türün insanların değil maymunların atası olabileceğini düşünmektedir.165
Orrorin tugensis fosilinin insanımsı olduğunu kabul etmek isteyen evrimciler bu durumda defalarca propagandasını yaptıkları Lucy fosilini çöpe atmak zorunda kalmışlardır. Çünkü O. tugensis'i bulan araştırmacılar, bu türün morfolojik olarak Homo genusuna Australopithecinelerden, yani Lucy'nin de dahil olduğu Australopithecus afarensis ve A. anamensis türlerinden daha yakın olduğunu ileri sürmektedirler. Araştırmacılar evrimin gerilemiş olamayacağını savunmakta ve Australopithecus genusunun soy ağacından çıkarılmasını talep etmektedirler.166 Sonuç olarak O. tugensis evrimcilerin hayali hayat ağacını karmaşıklaştıran ve evrimcileri çıkmaza sokan bir başka fosil olarak literatürdeki yerini almıştır.
Yeni Java Fosili Sm4Endonezya'nın Sambungman Bölgesi'nde, Pleistosen devrine (günümüzden 1.8 milyon-10.000 yıl öncesi) ait olduğu belirtilen ve kalvaryumdan (üst kafatasından) ibaret bir fosil bulundu. Evrimci araştırmacılar beyin hacmi 1006 cm3 olan bu beyin kabının insanın sözde ilkel atalarından modern insana doğru bir ara adım olduğunu öne sürdüler. Kısaca "Sm 4" olarak tanımlanan fosilin, Java'da daha önce ele geçirilmiş Homo erectus örnekleri (Sangiran ve Ngandong) arasında bir evrimsel geçiş formu olduğu iddia edildi. Ayrıca Sm 4 fosilinin önemli bir özelliğinin beyin kökü bölgesinin öteki Java örneklerine göre daha hareketli olduğu ve bu özelliğiyle Homo sapiens'e benzediği öne sürüldü. Ancak bu iddialar evrimci ön yargılara dayanmaktaydı. Evrimciler Homo erectus fosillerini ilkel insan olarak nitelendirmekte ve bunları hayali soy ağaçlarında sözde 'ara tür' olarak göstermektedirler. Oysa önceki bölümlerde incelendiği gibi Homo erectus'un günümüz insanı olan Homo sapiens'le aynı dönemde yaşadığını gösteren kanıtlar vardır. Ayrıca, araştırmacılar beyin hacmi 1006 cm3 olarak hesaplanan kafatasının büyük olasılıkla genç ya da orta yaşta bir erkeğe ait olduğunu tahmin etmektedirler. En büyük maymun kafatasının 650 cc' yi geçmediği düşünülürse bunun bir insana ait olduğu kesinleşmektedir. Kaş kemerleri incelendiğinde bunların günümüzdeki herhangi bir insanda bulunması son derece makul ölçülerde olduğu anlaşılmaktadır. Öyle ki bu insan günümüzde yaşıyor ve kalabalık bir meydanda modern kıyafetlerle yürüyor olsa, kimse onu yadırgamazdı. Fosil bulgusunu değerlendiren Amerikan Doğa Tarihi Müzesi paleoantropologlarından Kenneth Mowbray bir evrimci olmasına karşın Sm 4 fosilinin bir ara tür olarak sınıflandırılmasına karşı çıkmakta, Endonezya kafatası fosillerinde görülen farklılıkların herhangi bir tür içinde görülmesinin doğal çeşitlilikten kaynaklandığını belirtmektedir. Mowbray, National Geographic'in internet sitesindeki yorumunda şunları söylemektedir: Eğer modern insan popülasyonlarına bakacak olursanız, kısa ve yuvarlak kafalı insanlar; uzun ve dar kafalı insanlar görürsünüz; bunlar herhangi bir popülasyon içinde görülmesi normal varyasyonlardır.167 Kısacası "Sm 4" fosili üzerinde yapılan evrimci spekülasyonlar bilimsel delillere dayanmamaktadır. "Sm4", ara geçiş formuna değil, insana ait bir fosildir. Ardipithecus ramidus kaddaba2001 yılında, California Üniversitesi antropologlarından Haile Selaisse'nin Etiyopya'da bulduğu ve Ardipithecus ramidus kaddaba ismi verilen fosilin insanın ilk atası olduğu iddia edildi ve hatta fosilin evrimcilerin 150 yıldan beri bulmayı umdukları yarı insan-yarı maymun bir yaratık olduğu öne sürüldü. 12 Temmuz 2001 tarihli Nature ve 13 Temmuz 2001 tarihli Science dergilerinde duyurulan habere, Time gibi dergilerde de sayfalarca yer verildi. 168
Ancak söz konusu fosille ilgili haberlerde birçok çelişki yer almaktaydı ve evrimciler dahi bu canlı fosilini insanın sözde evriminde bir ara fosil olarak kabul etmenin tartışmalı olacağını kabul etmekteydiler. Örneğin araştırmanın sonuçlarının yayınlandığı Nature dergisinin kıdemli editörü Henry Gee tarafından derginin 12 Temmuz 2001 tarihli sayısında kaleme alınan "Return to the Planet of Apes" (Maymunların Gezegenine Dönüş) başlıklı makalede, bu kalıntılardan yola çıkılarak böyle bir tanımlamanın tartışmalı olacağı belirtilmiştir: A. r. kadabba'nın bir alt tür olarak tanımlanması ihtilaflı olacaktır... Buna rağmen, tamamen evrimci önyargılara dayalı olarak, fosil "ilkel" insan türü diye yorumlanmış ve evrim soy ağacında boş kaldığı düşünülen bir yere yerleşmesi daha uygun görülmüştür. Henry Gee'nin eleştirisinde, söz konusu evrimci yorumların neden gerçekleri yansıtmadığı da açıklanmıştır. Gee, bu kemiklere bakıldığında, bu canlıların yaşam stilleri, davranışları hakkında pek çok ihtimalden bahsedilebileceğini, ancak bunların hiçbir şekilde bilim açısından tatmin edici açıklamalar olamayacağını belirtmektedir; Öne sürülecek bu ihtimallerin tatmin edici olup olamayacağı ise başlı başına bir sorundur. Kısacası dile getirilen bu gerçekler, şempanze ile insan arasındaki sözde evrim ilişkisinin dayanaksız olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Şimdi bu fosille ilgili evrimci bilim adamlarının sergiledikleri çelişkileri sırasıyla inceleyelim. 1. Kemikler birbirinden kilometrelerce uzakta ve farklı tarihlerde bulunmuştur: Bulunan fosil yedi kemik parçasından ve 4 dişten oluşmaktadır. Time dergisi, tek bir ayak parmağı kemiğini göstererek, "bu kemik canlının iki ayak üzerinde durduğunu gösteriyor" iddiasında bulunmaktadır. Ancak 8 sayfalık yazının son sayfasında bu ayak parmağı kemiğinin, diğer kemiklerden 16 km (10 mil) ileride bulunduğu belirtilmektedir. Nature'daki orijinal rapor incelendiğinde daha da vahim bir durumla karşılaşılmaktadır. Bu raporda, Ardipithecus'un kemiklerinin aslında "1997 yılından itibaren 5 farklı bölgeden 11 farklı insanımsı örneğinden" toplandığı açıklanmaktadır. Ayak parmağı kemiği ise 1999 yılında bulunmuştur ve diğer bulunan kemiklerden de 0.6 milyon yıl daha gençtir. Yani tüm bulunan kemikler aynı canlıya ait değildir ve hatta aynı dönemde yaşayan canlılara da ait değildir. Bu şekilde toplanmış kemiklere bakarak bir canlının özellikleri hakkında yorumda bulunmak ve bu canlıyı insanın evriminde bir yerlere yerleştirmeye çalışmak, bilimsellikle ilgisi olmayan bir propagandadan başka bir şey değildir. 2. Fosilin diş yapısı hayali insanın evrimi ağacı açısından çelişkiler içermektedir: A. r. kaddaba, morfolojik açıdan Tim White'ın 1992 yılında bulduğu Ardipithecus ramidus isimli fosil ile benzerlikler taşıdığı için Ardipithecus grubundan sayılmıştır. Ancak, fosilin diş yapısı bu gruplandırma için önemli bir çelişki oluşturmaktadır. Çünkü bulunan fosil, 1992 yılında bulunan fosilden 1.5 milyon yıl daha yaşlıdır. Ancak Time dergisinde de belirtildiğine göre, 4.4 milyon yıllık Ramidus'un dişleri 5,8 milyon yıllık kadabba'nın dişlerinden daha fazla maymunsu özellikler göstermektedir. Yani genç olan fosilin dişleri yaşlı olana göre daha çok maymunsu özelliğe sahiptir. Oysa evrim teorisine göre, zaman ilerledikçe maymunsu özellikler giderek kaybolmalıdır. Evrimciler tarafından önemsiz bir bilgi gibi aktarılan bu gerçek, söz konusu maymun-insan hayali sıralamasının tutarsızlıklarla dolu olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Antropoloji profesörü ve Arizona State Üniversitesi'nde İnsan Kökenleri Enstitüsü direktörü olan Donald Johanson, bu konuda yapılan önyargılı sınıflandırmayı şöyle ifade etmektedir: 5.5 milyon yıllık fosilleri 4.4 milyon yıllıklarla aynı türlerin üyeleri olarak yan yana koyduğunuzda, bunların bir ağaç üzerindeki ince dallar olabileceklerini dikkate almazsınız. Herşey düz bir çizgide olmaya zorlanmıştır. 169 3. Bu canlı soyu tükenmiş bir şempanze türüdür Bazı evrimciler Ardipithecus'un insanlar ve şempanzeler arasındaki zincirin bir halkası olduğunu kabul etmektedirler. Ancak Henry Gee bu fosilin insandan çok şempanzeye benzediğini belirtmektedir.
Science dergisinin 13 Temmuz 2001 tarihli sayısında söz konusu fosille ilgili yayınlanan yazıda George Washington Üniversitesi'nden Bernard Wood'un şu yorumuna yer verilmektedir: Bu bulguyu insan veya şempanze atası kategorilerinden birine sıkıştırma zorunluluğu hissetmek bir hatadır. Time dergisinde ise Wood'un şu sözlerine yer verilmektedir: Bu bir hominid ata ya da şempanze ata olarak sınıflandırılması mümkün olmayan bir yaratığın ilk örneğidir. Fakat bu onu her ikisinin de ortak atası yapmaz. Sanırım kuyruğu bu eşeğin üzerine tutturmak çok zor olacak. Evrimciler, soyu tükenmiş maymun türlerini insan ile şempanze arasındaki zincirin bir parçası olarak göstermeye çalışırlar. Kuyruksuz maymunun Latince karşılığı olan "-pithecus" eki ile isimlendirilen bu canlılar, aslında türü tükenmiş kuyruksuz maymunlardır ve insanın evrimi için hiçbir delil teşkil etmezler. İnsanın sözde atası olarak belirtilen fosiller gerçekte soyu tükenmiş şempanzelerdir. Örneğin en ünlü "-pithecus" örneği olan Lucy'nin (Australopitpecus afarensis) şempanzelerle aynı büyüklükte bir beyni vardır, kaburgaları ve çene kemiği şempanzelerle aynı şekildedir, kolları ve bacakları canlının bir şempanze gibi yürüdüğünü göstermektedir. Hatta leğen kemiği de şempanzelerinki gibidir. 170
Fosil biliminde dünyanın en saygın otoritelerinden biri olarak gösterilen John Mastropaolo ise ayak parmağını kendisi inceleyip durumdan emin olmak istedi; kadabba'nın parmağını, insan, şempanze ve babun parmağıyla kıyasladı. Anatomik kriterleri matematiksel açıdan karşılaştıran Mastropaolo'nun vardığı sonuçlar çok farklıydı. Parmak, şempanze ve babun parmağıyla benzeşmiyordu. İnsan parmağıyla arasındaki benzerlik de yetersizdi. Mastropaolo'nun bulguları Amerikan Fizyoloji Derneği'nin düzenlediği San Diego konferansında 27 Ağustos 2002'de açıklandı. Yazının sonuç bölümünde iki ayak üzerinde yürüyen evrimsel ata saptamasının hayalgücüne dayandığı şöyle belirtiliyordu: Fosil kemikleri üzerinde yapılan objektif soy analizleri, Haile-Selassie'nin çıkarımlarının zoraki spekülasyonlar olduğunu ispatlamaktadır.171 Sonuç olarak, söz konusu Ardipithecus ramidus kadabba fosili de Nature dergisinde de belirtildiği gibi şempanzeye benzemektedir ve insanın kökeni ile hiçbir ilgisi yoktur. Kenyanthropus platyops2001 yılında bulunan ve düz bir yüze sahip olduğu için "düz yüzlü adam" (flat faced man) olarak anılan Kenyanthropus platyops adlı fosil, kendisini bulan Meave Leakey ve ekibi tarafından insanın atası olarak kamuoyuna duyuruldu. Oysa, bu 3.5 milyon yıllık kafatası, evrimcilerin hayali "insanın evrimini gösteren soy ağacı"nı altüst ediyor, çelişkileri daha da karmaşıklaştırıyordu.
Dünyanın en önde gelen evrimcilerinin dahi hayali şemalarında hiçbir yere koyamadıkları bu fosil, kendisinden sonra yaşamış olan bazı maymun türlerine (Lucy gibi) göre evrimci kıstaslar açısından daha gelişmiş özellikler göstermekteydi. Dolayısıyla farklı özelliklere sahip olan bu fosil, evrimcilerin tüm şemasını altüst ediyordu. Çünkü bu fosili nereye yerleştireceklerini bilemiyorlardı. Aslında bugüne kadar bulunan ve burada da ele alınan fosillerin tamamına bakıldığında, maymunla ortak bir atadan evrimleşen, yavaş yavaş insana doğru yükselen bir "evrim şeması" olmadığı açıkça görülür. Aksine şemada tamamen bir karmaşa vardır. BBC'nin internet sayfasında bu fosille ilgili haberde yayınlanan şemada da bu karmaşa vurgulanmıştır. "Karmaşık insanımsı soy ağacı" olarak verilen şemada hiçbir düzenli gelişme olmadığı, aksine tüm fosil bulgularının birbirlerinden tamamen ilgisiz özelliklere sahip oldukları görülmektedir. Şemanın altında da şu yoruma yer verilmiştir: Bilim adamları farklı insanımsı fosillerini birbirleriyle ilişkilendirme konusunda güçlük çekiyorlar. 172 George Washington Üniversitesi, Antropoloji Bölümü'nden Daniel E. Lieberman ise, Nature dergisinde yazdığı makalesinde, Kenyanthropus platyops hakkında şu yorumu yapmıştır: İnsanın evrim tarihi çok karmaşık ve çözümlenmemiştir. Şimdi 3.5 milyon yıllık başka bir türün bulunması ile durum daha da karışacak gibi görünüyor... Kenyanthropus platyops'un yapısı genel olarak insanın evrimi ve türlerin davranışı konuları hakkında birçok soruyu beraberinde getiriyor. Örneğin neden alışılmışın dışında olarak, küçük bir çene dişine ve öne doğru kavisli çene kemiği olan büyük düz bir yüze aynı anda sahip? Büyük yüzü ve benzer şekilde yerleştirilmiş çene kemiği olan tüm diğer insanımsı türlerin büyük bir dişi var. K. platyops'un önümüzdeki birkaç yıl içindeki en başlıca rolünün, birlikleri bozucu ve insanımsılar arasındaki evrimsel ilişkinin araştırmalarında karşılaşılan kargaşayı vurgulayıcı bir rolü olacağını düşünüyorum. 173 BBC ise haberi "Düz Yüzlü Adam Bir Bilmece", "Akıl Karıştıran Tablo", "Bilimsel Çelişki" başlıkları ile vermiş ve haberde şöyle denmiştir:
|